Çarsancak

Ana Sayfa
Fotoğraflar
Ahmet Dokur
Linkler
İletişim

   

 

BABAM AHMET DOKUR’UN HARPUT-AMERİKA-SİBİRYA-AKSA’YI ŞARK  HATTI AYAK İZLERİ

 
 

Bu sitede merhum babamın Harput’tan Amerika’ya gidişi ve Birinci Dünya Savaşı esaret yılarına ait ilginç hayat hikayesini bulacaksınız.

 

İnsanlık tarihinin her devrinde  kahramanlık hikayeleri, masallar, efsaneler yöreden yöreye dilden dile aktarılmış, bunların birçoğu yazılmadığı için unutulmuş, yazılanlar ancak günümüze kadar gelebilmiştir. Bulunduğumuz yörede, gelip geçmiş soy soy insan topluluklarının ve bireylerin sevinçli, acılı, sevdalı, ölümlü türküleri söylenir, öyküleri ve anıları anlatılır, dinlenirdi. Bu bağlamda, daha bundan bir asır öncesinde yaşanan, Babamın Harput-Amerika-Sibirya-Aksa’yı Şark hattı ayak izlerini taşıyan kişisel hayat hikayesi de yörede yaşanmış, anlatılan hikayeler kadar  ilginç ve anlamlı olduğu gibi geçmişi de efsaneleştirmektedir.

 

Babam Ahmet Mustafa (Ahmet Dokur) Osmanlı-Harput ili Çarsancak (Peri) ilçesi Köderiç kariyesinde otururlar. Ebeveylerine vakfedilen mir-i arazi üzerinde tarımla uğraşır ve dokumacılık zanaatı yaparak geçinirler. Dedem Mustafa l890’lı yıllarda Harput merkezine göç eder, daha sonra Mığı (Sedeftepe) köyüne yerleşir. Oğlu Babam Ahmet köyde bir kıza sevdalanır, ancak, kızın ailesiyle hoşnutsuzluk olur ve bu yüzden Dedem oğlunu Çarsancak’taki kızı Güllü Elçi’nin yanına gönderir. Bibim (halam) Güllü’nün eşi Mehmet Ali 1900 yılları başında Amerika’ya giden ilk Türklerdendir ve Amerika’da çalışmaktadır. Halam, eşine mektup göndererek kardeşinin bu olaydan dolayı köyde kalamıyacağını belirtir ve Amerika’ya çağırılmasını ister. Olaydan iki ay sonra  21 Kasım 1908’de Babamı Bibim Amerika’ya gönderir. Çarsancak yöresinden Müslüman ve Gayrimüslim Tebaadan  yüzlerce kişi Amerika’ya gitmiştir. Gidenler ailelerine para olarak altın gönderirler, bu paralar Çarsancak Postanesine tehlis torbalar içerisinde gelir ve gönderilen sahiplerine altın olarak verilir. Babam da Amerika’da bir demir-çelik fabrikasında fırın ocağı önünde elli kilo ağırlığındaki  kızgın demir kütüklerini hareketli bant üzerine atma işinde günlüğü Bir İngiliz Altını karşılığında çalışır. Bu kadar uzaklarda olmasına rağmen köyünde husumet halen devam etmektedir, husumetin kaldırılması için Bibim Güllü köyün ileri gelenlerini devreye sokar, kızın kardeşlerinden ikisi olayı bağışlar, ancak diğer kardeş bağışlamaz ve bu meselenin peşini bırakmayarak o da Amerika’nın yolunu tutar. Bibim Güllü, kocası Mehmet Ali’ye durumu bildirirerek kardeşine mukayyet olmasını ister. Babam  eniştesinden bu haberi alır, ancak, Amerika’da olay çıkarmanın kolay olamıyacağına emin olduğundan adresini değiştirme gereği duymaz. Her zaman olduğu gibi bir hafta sonu Pazar tatilinde Türk işçilerinin devam ettiği kahveye gider. Beklenen misafir gelmiştir. Kahvenin üst başındaki masada sevdalısının küçük kardeşinin oturduğunu gören Babam, Misafir’i görmezlikten gelerek aynanın karşısına geçer, saçını, kravatını düzeltir. Dışarı çıkarken “Ahmet! Ahmet!” diye seslenildiğini duymazlıktan gelir. “Mığılı Ahmet!” diye seslenildiğinde geri döner, yanına gider “Hoş geldin...” diyerek masasına oturur. Söze başlanır: “Ahmet, olayı ağabeylerim bağışladı, ancak ben affetmedim. İkimiz de buralara kadar geldik, sen de karşı koyabilirdin, bunu yapmadın, buralara kadar geldin, burada her şeyi çok iyi anladım, şimdi ben de seni afettim...” der ve barışırlar. Babam Amerika’da altı yıl çalışma sonunda babasının ölümü nedeniyle yurda dönüş kararı alır. Eniştesi Mehmet Ali’ye bu kararını bildirir, eniştesi: “Sen git artık yeter, ben de sonbaharda gelirim...” der ve 4 Mayıs l914 tarihinde New York Baş Şehbenderliği’nden verilen pasaportla Babam Amerika’dan ayrılır. Avrupa’da Yugoslavya üzerinden yurda dönerken Üsküp vilayetinin Novi Pazar (Yeni Pazar) ilçesinin Gilan köyünde Celal Oviç (Celalettin Karadağ) isminde bir Türk marangozla tanışır, kendisinin misafiri olur. Celalettin, Karadağ’da Milis kuvvetlerinde Sırplara karşı mücadele ettiğini, bu nedenle fişlendiğini, Türkiye’ye gönderileceklerini söyler. Türkiye hakkında kendisinden bilgi alır. Tam bu sırada Sırp çetelerinin bazı Türk köylerini bastıkları, ellerinde avuçlarında ne varsa talan edip aldıkları haberi alınır. Celalettin, Sırplara misilleme yapmak için kuşanır, milis kuvvetlerine katılma hazırlığını yapar. Babamı yolcu etmek ister. Babam “Beni yolculamana gerek yok, ben de sizinle geleceğim, bana da silah verin...” der ve Celalettin’le Milis kuvvetlerine katılır. Sırp köylerini basarlar, aldıkları ganimetleri Sırpların talan ettiği Türk köylerine verirler. Daha sonra Babam, vedalaşıp Yugoslavya’dan ayrılır.    

Babam, memlekete geldiğinde  sevdalısı ile evlenmek için evlilik  hazırlıkları yapar, zamanın şartlarına göre kab-kacak alır. Amerika’da kazandığı parayla Harput’un Hoğu (Yurtbaşı) nahiyesi Gurbet mezrasının arazisinin tamamı için pazarlık yapar. Ancak, tapu işlerine gittiklerinde seferberlik ilan edilmiştir. Savaş hali nedeniyle taraflar alım ve satıştan vazgeçerler.

Babam, aynı yılın Kasım ayında silah altına alınır. Malatya tebaasından 102-3 Alayı neferi olarak Kafkas Cephesinde Birinci Dünya Savaşına katılır. Savaşa giderken, Amerika’da kazandığı paradan yüz-elli altını beraberinde götürür. Bir miktarını Mığı’daki analığına (üvey annesi), bir miktar da sevdalısına verir. Kalan altın paralarını Çarsancak’taki kız kardeşleri Güllü ve Zühre ile birlikte, Güllü’nün evinde direk dibine gömerler ve kız kardeşlerine: “Savaştan sağ olarak dönersem bu parayı paylaşırız. Dönemezsem aranızda paylaşırsınız” der. Eş dostla vedalaşır. Komşusu Hüseyin ile vedalaşırken Hüseyin babama kızını işaret ederek “Sana zahmet şu çocuğu su arkından karşıya geçir” der. Babam küçük Fatma’yı elinden tutarak Bibimin evinin önündeki Arap puğarının arkından  karşıya geçirir ve memlekete veda eder.

Babam, savaşın beşinci ayında Ruslar’a esir düşer iç bölgelere götürülürler. Esirlerin üzerleri aranırken Rus subayına gizlice Amerika’da kazandığı seksen altın ile yine Amerika’dan getirmiş olduğu tabancasını verir. Subaydan aldığı kaçma işareti ve arkadaşlarının yardımı ile arkasından ateş edilmesine rağmen esirler arasından kaçmayı başarır. Gizlendiği yerden esir arkadaşlarını izler. Esirlerin yanına bir cip gelir, içinden iki subay iner. Subayların kısa bir incelemesinin ardından, yanı başlarında kurulu makinalı tüfek ile binbeşyüze yakın esirin tamamının taranarak öldürülmesine tanık olur. Gece karanlığında yürüyerek birliğinin bulunduğu yere ondört günde ulaşır. Olup bitenleri yetkililere anlatır. Yeniden savaşlara katılır, gerek savaşta ve gerekse esarette bir çok hayati badirelerle  karşılaşır, bunları bir bir yenerek hayatta kalmayı başarır. Kafkaslarda Rus ordusuyla kıyası çatışmada her iki taraf büyük kayıplar verir, taraflardan sağ kalanlar kendiliğinden çekilip giderler. Babam savaş alanı içerisinde cesetler arasında yürürken, dağ yamacından savaş meydanına inen, kadana atı üzerinde rütbeli üç kazak Rus subayı görürünce cesetler arasına uzanır ve bu subayları izler. Subaylar Rus askerlerin cesetlerinin kimliklerini tespit eder, bizim Türk Asker cesetlerine birer hançer sapladıklarını görür. Aynı muamelenin kendisine de yapılacağını hisseder. Babam cesetler arasından doğrulur silahına sarılır, iki Rus subayını olduğu yerde vurur, diğer subay atı ile Babamın üzerine gelir. Atın ayakları altında subayın kılıcına karşı mücadele eder. Bir an ateş etme fırsatını bulur alttan atı vurur, Rus subayı yere düşer, babam üzerine atlar ve etkisiz hale getirir. Silahını kafasına dayatır, tetiğe basar ve ölen Rus subayının üzerinden kalkar. Bu boğuşmada atın ayakları altında çok çiğnendiğinden hırpalanmış bitkin halde birliğine giderken bu savaş alanının diğer bir ucunda bir Rus ve bir Türk Askerinin boğuştuğunu görür. Bizim asker, “Köderiçli Ahmet beni kurtar!” diye babama seslenir bu asker Çarsancak’ın Bılan köyünden hemşehrisi Hasan Çavuş’tur. Her iki asker biribirine sarılmış ve korkularından biri diğerini bırakmamaktadır. Babam, Rus askerini,  bizim askeri bırakması durumunda kendisine dokunmayacaklarına dair ikna etmeye çalışır ancak bir türlü ikna edemez. Babam kasaturasını çeker ve Rus askerine sallar. Bu asker iri yapılı olduğundan bizim askeri can havliyle kasaturanın önüne kalkan olarak tutarak korunmaya çalışır. Askerimizi bırakması için tekrar ikna etmeye çalışılır, yine askerimizi bırakmayınca tekrar kasatura çekilir, sallanır ve Rus askerinin sırtına kasatura saplanır. Babam arkadaşı ile birliğine giderler.

Savaş esnasında askerin en büyük sıkıntısı temizlik ve açlıktır. Verilen tayinler doyurucu olmadığından Babam bazen gizlice sivil halktan tavuk ve çeşitli yiyecek alırmış. Bir gün bir arkadaşı ile beraber Kafkaslarda, Birlikten gizli şekilde, yiyecek almak için bir köye giderler. Köy girişinde duvar dibinde bir yaşlı adam ve iki kadın oturmaktadır. Kadınlardan hamile olanı bizimkileri görünce: “Hele bu Türklere bakın, ne cesaretli insanlar, köyde Rus askerleri varken bunlar burada geziyorlar...” şeklinde yanındakilere söylenir. Bu sözü  duyan Babam ve arkadaşı etrafa bakınır, bir evin önünde beş tane Rus kadana atını görürler. Hızla atların bulunduğu evin penceresinin altına gider, gizlice içeriye bakarlar. İçerde beş Rus askeri sofra başında kahvaltı yapmaktadır. Babam, arkadaşına “Ben silahımı pencereden doğrultacağım, sen içeri gireceksin, duvardaki silahlarını etkisiz hale getireceksin, ellerini bağlayacaksın” der, silahını pencereden içeri doğrultur, kıpırdamamalarını söyler. Arkadaşı içeri girer, Rus askerlerini etkisiz hale getirir, esir alırlar. Atlar ile beraber köyden çıkarlar. Köyün girişindeki  kadınların önünden geçerken hamile olan kadın yanlarına gelir elleri bağlı Rus askerlerin yüzüne tükürerek; “Bu iki Türk’e esir düştünüz utanın utanın!” der. Ruslardan biri kadına, “Sen dur, şu ilerideki derede neler olacağını göreceksin...” der. Bu lafa kızan Babamın arkadaşı silahını çeker konuşan bu askeri vurur. Kalan dört Rus askeri ve beş atı birliğe getirirler. Birlik komutanı bunları nerede yakaladıklarını sorar. “Köyde yakaladık” derler tebessümle, komutan: “Yine tavuk almaya gittiniz” der ve kendilerine birer tayin ikram edilir.    

Babam, gerek karşılıklı muharebelerde ve gerekse esaretten kaçışlarında karşılaştığı, göğüs göğüse geldiği  hayati tehlikelerde, düşman askeri ve sivili olmak üzere yüzondokuz kişiyi öldürme mecburiyetinde kalarak hayatta kalmayı başarmıştır. Bu başarı Amerika’da almış olduğu boksörlük eğitimi sayesinde olmuştur. Babam eline keçe sarıp yumruk yaparak kuşak takviyeli kalın  masif ahşap kapıya vurduğunda yumruğu kapıyı delip geçerdi. Bu eğitimini memlekette zaman zaman yapar, arkadaşları arasında iddialarda kendini ispatlardı.

Sonraki muharebelerde, ikinci kez Ruslara esir düşer. Bu defa Rusya’da Sibirya bölgesinde üç yıl kadar esir kalır. Esir kamplarında lisan eğitimi verilmektedir. Tarım ve orman işlerinde çalıştırılır. Bir gün kamp için odun getirmeye götürülür, ormanda odun toplattırıldığında karşılarına bir beyaz ayı çıkar. Acele şekilde odunlar yüklenir, atlar kırbaçlanır, arkalarında koşan ayıya başlarındaki Rus askeri birkaç el ateş eder, isabet ettiremez. Babam Rus askerinin elindeki silahı kapar peşlerinden koşan ayıyı kafasından vururarak silahı Rus Askerine geri verir. Ayıyı kampa getirirler, kamp yetkilisine Rus askeri olayı anlatır. Başarısından ve kaptığı silahı geri verdiğinden dolayı kendisine güven duyulduğundan ormana odun için her gidişinde Babama da silah verirler.

l917 yılında Rusya’da patlak veren Bolşevik kargaşasında bazı Türk esirler Kızıllar’a karşı savaştırılır. Babam da Beyaz Ordu saflarında iç çatışmalara katılır. Atlı olarak katıldığı birlik, bir köprü girişinde Kızıllar tarafından pusuya düşürülerek birliğin tamamı imha edilir. Sadece babam ile birlikte yirmisekiz kişi bir hendeğe düşerek kurtulurlar. Kurtulanlar, sabah olduğunda Kızıllar’a teslim olurlar. Bir binada sorgulama yapılır. Bu esirlerin onbiri Japon, onaltısı ise Rus’tur. Kızıllar, Japonlarla kendi Rus esir vatandaşlarını orada kurşunla öldürürler. Sorgulamada Türk olduğunu belirten babamın adres tespiti yapılır, sivil halktan Türkçe bilen biri getirtilir, bu şahıs yardımı ile askeri birliği ve memleket adresi bilgileri alınır, o anda adres bilgileri gereken yazı yazılır, zarfa konur. Babama, “Bu yazı Osmanlıya gönderilecektir, üç aya kadar olumlu cevap gelirse kurtuldun, yok cevap gelmezse senin de akıbetin bunlar gibi olacaktır” derler ve binanın bir katında gözaltında tutarlar. Altına bir hasır verirler, babam bu hasır üzerinde oturup yatar. Babam, dünyanın bu kargaşa döneminde üç ay içinde cevap alınmasının çok zor olacağını düşünerek kaçmayı planlar. Yemek ve suyu geldiğinde suyu hasıra dökerek yumuşatır. Hasırdan sicim yapıp gecenin birinde pencereden sicimi sarkıtarak kaçar. Şehir çıkışında sabaha karşı bir fırından yeteri kadar ekmek almaktayken, fırına giren bir sivil eliyle babamı omuzundan tutarak kaçışını fırıncıya anlatır. Bu adam, babamın gözetim altında kaldığı binanın karşısında oturan, kendisini izleyen bir sivil Rus vatandaşıdır. Fırıncı ve o şahıs, kendisine, kaçabileceği yol ve yerleri tarif ederek yardımcı olurlar. Bu kaçış sonunda bir gece, şiddetli yağan yağmurun dinmesini bir ağaç dibinde beklerken bu bölgeye çıkarma yapan Japon askerlerine yakalanır. Birliğe götürülür, soruşturma yapılır. Türk olduğunu, Rusların yanında Kızıllara karşı savaştığını, bu defa Kızıllara esir düştüğünü, Kızıllar’ın Rus askerleriyle onbir Japon askerini öldürdüklerini ve başından geçen olayları bir bir anlatır. Japonlar tarafından ilgiyle karşılanır. Sağlık kontrolü yapılır, göğsünden her iki memesi üstüne iğne yapılır (vuruldukları yerlerde daha sonraları derin çukurlar oluşturmuş bu iğnelerin izini babamın göğsünde görürdük, babam banyo yaptığında alttan yukarı doğru bastırarak suyu çıkarır, kurulardı). Japonya’da iki yılı aşkın bir süre serbest kalır. Bu süre zarfında tarım işlerinde çalışır, ücret alır.

Esirlerin mübadelesinde Japonlar, Sibirya bölgesindeki Türk esirlerini bir gemiyle İstanbul’a götürürken, Ege Denizi’nde, Babamın da içinde bulunduğu Japon gemisine Yunanistan el koyar ve Türk esirlerin kendilerine teslim edilmesini ister. Ancak Japonlar, Yunanistan’ın bu isteğine direnç gösterirler. Esirlerin Yunanistan’a verilmemesi için ilgili devletlerce anlaşmalar sürerken, gemideki esirler Pire Limanı’nda sekiz ay bekletilir. Bu süre sonunda varılan anlaşma neticesinde esirler, İtalya’nın Asinora (Eşek) adasına götürülür. Bu adada da sekiz aydan fazla kalırlar. Adada esirlere ekmek ve yiyecek zaman zaman uçakla havadan atılarak verilmektedir.  

Babam Kurtuluş Savaşı sonunda bu vapurla Azinora adasından yurda döndüğünde İstanbul’da yetkili makamlarca tüm esirler tek tek sorgulanır. Sorgulamada, hangi birlikten nasıl esir düştüklerine dair sorular sorulur. Babam da Ruslara iki defa esir düştüğünü, Ruslar tarafından Kızıllar’a karşı savaştırıldığını, bu defa da Kızıllar’a esir düştüğünü ve bunların elinden de kurtulduğunu, son kaçışında Çin topraklarının bir bölümünden geçerken Japonlara yakalandığını, başından geçen olayları bir bir anlatır. Bu anlatılanlar tutanaklara kaydedildikten sonra serbest bırakılır. Memlekete gitmek için samsun seferi yapan bir gemiye biner. Gemi kuru üzüm, kuru incir gibi gıda maddesi yüklüdür. Bir çuval üzerinde oturur ve derin derin düşünceye dalar. O sırada, bir hanımefendi yanına gelerek Babama dalgınlığını ve nereye gittiğini sorar. Sekiz yıl esarette kaldığını Harput’a gideceğini söyler. Bayan, “Kimin kimsen var mı?” diye sorar. İki kız kardeşi ve üvey annesinin olduğunu, esaret süresince biribirlerinden haber alamadıklarını söyler. Bayan Babama “Senin sekiz yıllık esaret döneminde memlekette çok şeyler değişti. O bölgede savaş nedeniyle çok insan göç etti, birçok insan mütegayib duruma düştüler, onları bulman zor olacaktır” der ve yanındaki kızını göstererek; “Bu kız benim kızımdır, gemideki mallar benimdir. Almanya’ya ihraç ediyorum. Burada kal, kızımı sana vereyim, işimin başına geçersin” teklifinde bulunur. Babam: “Bu işinizden ben anlamam” der. Bayan, işlerini yapmak üzere görevli çalışanları bulunduğunu, sadece başında bir erkeğin olmasını istediğini belirtir. Ancak Babam teklifi geri çevirir. Bayan yine de adresini verir, “Memlekete git kardeşlerini bulursan onları da getir” der. Babam memlekete Temmuz 1922’de döner. Malatya tebasının 28/6-1331 ve 568 ilmi haberle 102-3 Alayının neferi olarak esaretten dönüşü, Çarsancak askerlik şubesi kaydına 4 Ağustos 1922 tarihinde şerh verilerek tasdiki yapılır.

Kız kardeşler ve aileleri -Babamdan sekiz yıllık esarette kaldığı zaman içerisinde sağ olup olmadığına dair haber alamadıklarından ve abla Güllü’nün kocası Mehmet Ali savaş nedeniyle Amerika’dan para gönderemeyince- Babamın savaşa giderken kız kardeşlerine teslim ettiği paranın bir kısmını kıtlık ve yokluk yıllarında ailelerin geçimi için harcamış, bir kısmıyla da ev ve arazi almışlardır. Birinci Dünya Savaşı nedeniyle bölgede gayrimüslim tebaanın tehciri sırasında, Çarsancak gayrimüslim tebaa da tehcir edilmiştir. Bu tebaadan altı kız, babaları tarafından yollarda ne olur ne olmaz endişesiyle Bibim Güllü’ye bırakılır. Bilahare Bibim, üç kızı -babalarının isteği üzerine- Çarsancak’tan yaya olarak seksen kilometre yürüyerek, Harput’ta bulunan kiliseye kendi eliyle teslim eder. Kilise bu kızları Amerika’ya gönderir, geride kalan üç kıza kendisi bakar. Bu olaylar nedeniyle Bibim Kaymakamlığa şikayet edilir. Kaymakam Bibimden bu kızların devlete teslim edilmesini ister. Bibim  Güllü bu isteği reddeder. Kapısına kadar görevli gönderilerek uyarılır. Buna rağmen yine isteği reddeder. Görevliler kapıyı açmaya yeltenir. Bibim: “Bu kızları ben evlat edindim, beni öldürür ancak alabilirsiniz” der. Kaymakam Güllü’nün söz ve hareketlerini samimi bulur ve kararlılığına güven duyar. Kızların emin ellerde olduğuna kanaat getirdiği için kızlar kendisinden alınmaz. Bibim Güllü kızları büyütür, maalesef kızlardan biri genç yaşta vefat eder. Diğer iki kızı everir (evlendirir), gelin eder. Kızlardan birinin  kocası genç yaşta ölür. Bu evlilikten bir oğlu ve bir kızı olmuştur. Bibim Güllü bu defa kimsesiz kalan bu dul kadını tekrar çocukları ile beraber yanına alır, bakar. İkinci kez everir. Damadın isteği ve şartı üzerine kız çocuk annesiyle gider, kadının mutluluğu için oğlan çocuğunun bakımını bibim yüklenir ve çocuğu besler, büyütür, vakti gelince de everir. Bibimin kocası Mehmet Ali, Kurtuluş Savaşı sonlarına doğru yirmi yıla yakın çalışma süresi sonunda Amerika’dan döner. Oğlu Hacı ve İsmail büyümüş delikanlı olmuşlardır. Öyle ki babalarını tanımadıklarından annelerine “Bu adamı eve alma...” demişler. Hatta başlarda, anneleri, öz babaları olduğuna inandıramamış, Hacı öfkesinden ağlamıştır. Mehmet Ali ailece Harput’a göç eder. Amerika dan beraberinde otomobil ve hayli yüklü altın para ile dönmüştür. Birikimiyle canlı hayvan ticaretine başlar. Mal alımına giderken parasının büyük kısmını atının terkisine alır. Bibim Güllü bu kadar para ile gitmemesini söyler, ancak eşine sözünü dinletemez. Mehmet Ali, iki yardımcısı ile yolculuk ederken yardımcıları kendisini arkadan vurur, parasını alırlar. Vuranlar, olaya eşkıyaların yaptıkları süsünü verirler. Bu olay, bölgede kanun kaçağı eşkıyanın ilgisini çeker, olay uzaktan yakından soruşturulur. Bu meblağ para eşkıyaların iştahını kabartmış ve paranın arkasına düşmelerine neden olmuştur. Olaydan iki ay sonra eşkıyalar bu iki katili vururlar.

Babamın savaşa giderken kız kardeşlerine teslim ettiği altın paradan Bibim Güllü, otuzbeş altın karşılığı olarak Çarsancak’taki evini; Zühre Bibim de otuzbeş altın karşılığı olarak, kocası Nesip Akkuş adına tapulu Babamın parası ile satın almış oldukları dört dekar Örene tarlasını ve bir miktar parayı babama verirler, helâlleşirler. Babamın altı yıl Amerika, sekiz yıl esaret dönüşünü bekleyen sevdalısı, savaşların bittiği dünyadaki, esirlerimizin tamamının döndüğü kimsenin artık esir dönüşü beklemediği sırada, o da herkes gibi ümidini yitirip ailesinin iknası ile Babamın esaretten dönüşüne bir yıl kala başkası ile evlenmiştir. Babam durumu üzüntüyle öğrenir.

Babam Çarsancak’a yerleşir, bir müddet Ablası Zühre’nin evinde kalır. Evlenmeye karar verir. Savaşa giderken elinden tutup Arap puğarının su arkından geçirdiği kız çocuğu Fatma büyümüş, gelinlik kız olmuştur. Babası ölmüş, amcası Derviş’in yanında kalmaktadır. Fatma, aileden istenir, evlendirilmesi uygun görülür. Ancak, Fatma bu evliliği kabul etmez, intihara yeltenir: Evden kaçıp Peri suyuna kendisini atmak ister. Yakalanıp geri getirilir ve evlendirilir. Babam Mığı köyündeki üvey annesinin yanına getirir. Savaşa giderken üvey annesine geçimi için verdiği altın para kendisine yetmiş olduğu gibi bir miktar parası da artmıştır. Babam, memlekette küçük bir dokuma tezgâhı kurar. Eşiyle beraber baba mesleği olan dokumacılık işini sürdürür. Bez ve şal dokuyarak geçimini sağlar. Annemi kısa zaman içinde mesleğinde yetiştirir, ikinci tezgâhı kurar. Bir tezgâhta Babam yün ipinden şal kumaşı dokur, diğer tezgâhta Annem pamuk ipinden bez dokur. Amerika’da ve esarette kaldığı Rusya ve Japonya’da gördüğü ve öğrendiği tarım kültürü birikimi ile Fırat Irmağı’nın bir kolu olan Peri Çayı’nın kenarındaki tarlasını imar ederek örnek bir üzüm bağı ve meyve bahçesi tesis eder. “Örene Bağı” adı ile anılan bu bağ, yörede bereket ve bolluğun simgesi olmuştur. Dokumacılık zanaatı ve bağdan elde ettiği kazanç ile ikiyüz dönüme yakın arazi satın alır.

1934 yılında Balkanlardan gelen göçmenlerden onbeş aile Çarsancak’a yerleştirilir. Bunlara hazineden arazi verilir. Babam, bu göçmenlerden birinin Amerika’dan gelirken Yugoslavya’da tanıştığı Celal Oviç (Türkiye’de aldığı ismiyle; Celalettin Karadağ) olduğunu farkeder ve tanışır. Kendisine komşu olur. Dostlukları pekişir. Celalettin’in ölümünden sonra çocukları İstanbul ve Bursa civarına yerleşirler. Giderlerken, arazilerini bir vefa borcu olarak babama ucuz ve kolay şartlarda satarlar. Bu sayede diğer göçmenler de bilahare İstanbul ve Bursa’ya akrabalarının yanlarına göç ederler. Bunlar da arazilerini yeğeni Hacı Elçi’ye satarlar.

Babamın, evliliğinde altı erkek ve üç kızı olur. Bir erkek ve iki kız, çocuk yaşlarda ölürler. 1943 yılında Örene Bağı’nın bir kenarında -kendisinin yıllık sigara içeceği kadar- tütün eker. Ruhsatsız ektiği için mahkemelik olur. Kendisini yargılayan hakimin Rus lisanını öğrenmeye çalıştığı yörede halk tarafından bilindiğinden, hakim sorgularken yanıtını babam Rusça verir. Hakim bundan sonraki sorularını Rusça sorar. Babam da Rusça cevaplandırır. Tütün ekiminden üç ay hapis cezası alır. Cezanın infazı kışa ertelenir. 5 Kasım 1943’te ben dünyaya geldiğimde, ebe doğumumu babama müjdelerken jandarma da mahkeme ilamının infazı için babamı cezaevine götürmeye gelmiştir. Babam, bana dedemin isminin konmasını söyler ve arkasından “Bu çocuk ahir zaman horozu olacaktır” espirisinde bulunur ve cezaevine gider. Üç aylık cezaevi süresince kendisini yargılayan hakim her gün cezaevine gelerek Babamla Rusça konuşup pratiğini geliştirir. Babam Rusça’nın yanında İngilizce ve Japonca lisanlarını çok iyi konuşmakta, bu lisanların dışında dokuz-on lisanı da kısmen anlayıp konuşabil-mektedir.

Esaretteki kötü koşullardan mı, yoksa Amerika’da demir-çelik fabrikasında yüksek hareretli fırın ocağı önünde çalışmasından mı bilinmez, her nedense, her yıl Temmuz ayında Babam hastalanmakta, vücudunda oluşan yüksek hararetin etkisiyle kendisini serin sulara bırakmaktadır. Her yıl bu aylarda Harput’a ablasının yanına gidip, Harput’un Buzluk Bağları’ndaki doğal buzdan avuç avuç yiyerek hararetini bu şekilde giderirmiş. 1940’lı yılların başında bir gün, yeğeni Bekir Harput’tan saman içerisinde çuvalla buz getirir. Bu defa yüksek hararetle birlikte şiddetli göz ağrısı çekmektedir. Hararet ve ağrının etkisinden buzu avuç avuç yediğinden buzun soğukluğunu önce başında sonra gözünde hisseder. Belki de soğuğun etkisinden (?)  göz bebeği eline akar ve bir gözünü kaybeder.

Ömrünün büyük bir kısmını dünyanın ateşe düştüğü korkunç büyük savaşlarda ve esaretten esarete düşerek geçiren ve birçok zorluklara rağmen kurtulmayı başaran merhum Babam Ahmet Dokur 1947 yılı sonbaharında vefat eder, Çarsancak kabristanlığına defnedilir.

Sibirya’dan Japon gemisiyle getirilen esirlerin Ege’de başına gelen bu üzücü Yunan engeli olayı, araştırmacı bilim adamı Cemalettin Taşkıran’ın “Ana Ben Ölmedim” [1] isimli araştırma eserinden olduğu gibi aşağıya alıntı yapılmıştır.

Birinci Dünya Savaşı devam ederken Bolşevik ihtilali olmuştur [1]. Bu ihtilal, Rusya’daki düzeni altüst etmiş ve ülkede büyük bir otorite boşluğu yaratmıştır. Savaş sırasında Almanlara karşı savaşan ve İtilaf Devletleri yanında yer alan Japonya, Rusya’daki bu otorite boşluğundan yararlanmak istemiş, Sibirya’ya asker çıkarmıştır. 1918 yılının Nisan ayında Viladivostok’a askeri çıkarma yapan Japonlar, Sibirya’da ilerleyerek Baykal gölüne kadar gelmişler ve bu sahanın denetimini ele geçirmişlerdir. Rusya’da bulunan esirlerin bir kısmı da, daha Rusya’daki Bolşevik-Menşevik çatışması sırasında, taraf olmasınlar diye Sibirya’ya, Viladivostok ve Novinikolstusursky’de bulunan esir kamplarına sevk edilmişlerdi. Böylece bu yerlerdeki Türk esirlerin denetimi Japonya’ya geçmişti. Japonlar, Türk esirlerini Hint okyanusu üzerinden İstanbul’a göndereceklerini bildirmişler ve bu sevkıyatın maliyetini de çıkarmışlardı. Sibirya, Baykal gölü civarında bulunan Türk esirlerini Viladivostok’ta toplayacaklar ve Japon vapur şirketi Katsuva ile yapılan anlaşmaya göre 48.000 İngiliz lirası karşılığı İstanbul’a götüreceklerdi.

Osmanlı Hükümeti gerekli parayı İngiliz komiserliği hesabına Osmanlı Bankası’na yatırmıştı. Bu para onlar aracılığı ile Japonya Hükümetine gönderilecekti. Ancak İngilizler, Türk esirlerin Türkye’ye geldikleri takdirde kendilerine karşı kullanılabileceği düşüncesiyle işi ağırdan alıyor ve esirlerin sevkine muhalefet ediyorlardı.

Bu yüzden Osmanlı Devleti’nin, esirlerin sevki için İstanbul’da Osmanlı Bankası’na İngiliz Fevkalade Komiserliği hesabına yatırdığı para, ancak 1920 yılı sonunda Londra’ya gönderilebildi. Paranın gönderilmesinden sonra, 1921 yılı Şubat ayında Japonya askeri yetkilileri, Türk esirleri taşımak için Japon askerlerini ve “Heymeymoro” (Parlak Barış) adlı şilebi Viladivostok limanına gönderdiler.

Heymeymoro vapuruna 1030 kişi binecekti. Bunların 12’si, Türk esirlerin oralarda evlendikleri eşleriydi. Geriye kalan 1018’i ise Türk esirleriydiler. Japon subaylarından biri, çok büyük sıkıntılarla geçen beş altı yıllık esaret hayatının son bulacağı ümit ve heyecanı içinde olan Türk esirlere, Viladivostok limanında bir konuşma yapmıştı. Konuşma şöyledir:

“Efendiler! Birkaç güne kadar memleketlerinize gideceksiniz. Bütün sevinçlerinize biz de iştirak ediyoruz. Sizden ziyade hararetle, ebeveyniniz memlekette bekliyorlar.

Pek mümkündür ki, siz uzun zamanlardan beri devam eden esaretiniz zarfında, bizim muamelemizden memnun olmadınız, incindiniz.

Efendiler, biz de sizin gibi Asyalıyız. Gerek sizler ve gerek bizler, her iki millet Asyalıdır. Sizin adetiniz aynı bizimki gibidir. Binaenaleyh, her iki millet birbirlerini tanımış ve yekdiğerine iyi tesir yapmıştır. Memleketteki fıtratlarınız yine başkadır.

Dünyanın hakimiyeti şarktan garba geçti. Bir zaman olacak ki, yine şarka geçecektir. Binaenaleyh, çalışmaktan geri durmayınız. Merkezi Avrupa hâkimiyeti görülüyor. Görüyorsunuz ki, şarka yavaş yavaş tazyik yapıyor ve şarkı zir-i hâkimiyetinde (egemenliği altında) tutuyor. Bunu görmek ve bilmek lazımdır. Gerek Türkler gerekse Japonlar bu Avrupa’nın hâkim-i mutlakları kim ise onları görmeli, tanımalı ve hâkimiyeti onlardan almaya çalışmalıdır. Güneş imparator(luğu) olan bizler, hilal-i sema hâkimiyetinde bulunan sizler, iki millet için vezaif (görevler) vardır. Bizimki, sizinkine nazaran az(dır). En ziyade çalışmak size terettüp eder (düşer). (Çünkü) Avrupa’ya en yakın ve en ziyade Avrupa(nın) ayakları altında bulunuyorsunuz. Şerait-i esasiye, her iki milletin dostane çalışmasını icap ettiriyor.

Efendiler, memleketinize gittiğiniz zaman Aksa-yı şarkta (Uzakdoğu’da) bir “Güneş Hükümeti” olduğunu tebliğ etmeyi unutmayınız. Binaenaleyh, dikkat zayi etmeden çocuklarına dahi söyleyiniz. Memleket için çok kurbanlar verdiniz. Fakat en büyük vezaif bundan sonra başlar. En büyük işleri memleketinizde göreceksiniz.

Şimdi ayrılırken ağlamayalım. İstikbali bekleyelim. Size uzun yol için selametler…”

Heymeymoro vapurunun kaptanı Yarbay Çomora’dır. Vapurda ayrıca bir Japon yüzbaşı ve bir de doktor binbaşı vardır. Vapura Türk bayrağı çekilmiştir. 6000 tonajlık gemi, 23 Şubat 1921 günü öğleden sonra sevinç gözyaşları arasında İstanbul’a doğru hareket eder. Gemide yukarıda adı geçen üç kişilik askeri heyetin dışındakiler, asker olmakla birlikte sivil giyimlidir. Yolculuk, Viladivostok’tan İstanbul’a kadar 45 gün devam edecektir. Vapur hiçbir limana uğramayacak, ancak Seylan adasının Kolombo limanından su alacaktır. Geminin ambarına ranza tertibatı yapılmıştır. Ranzalar 65 cm aralarla üç kat olarak kurulmuştur. Ranzaların üstündeki otla doldurulmuş bir çuval, yatak; yine otla doldurulmuş bir kişilik torba, yastık işlevini görmektedir. İnce bir battaniye de üstlerini örtmek üzere verilmiştir. Yiyecek olarak 50 g ekmek ve ölmeyecek kadar pirinç lapası, zaman zaman ince bir dilim balık ve çay… Bu şekilde 20.000 km’den fazla yol gidilecektir. Yolculuk boyunca Türk esirler, temizlik işini paylaşmışlar. Temizlikte hiçbir aksama olmamıştır. Her yerin pırıl pırıl olması Japonları şaşırtmıştır.

Yolculuğun kırkıncı günü, 3 Nisan 1921’de Heymeymoro gemisi Akdeniz’e girer. Esirlerin çoğu artık memleketlerine geldiklerine inanmaktadır. Hele hele Adalar Denizi denilen Ege’ye gelince herkes rahatlamıştır. Heymeymoro gemisi 4 Nisan’da Rodos ve Kerpe adalarından geçecek, 5 Nisan’da Midilli adası önlerine gelecektir.

Sibirya’dan 20.000 km’den fazla bir yolu geçerek, Büyük Okyanustan Güney Çin Denizine, oradan Hint Okyanusuna, oradan Kızıldeniz’e ve Süveyş Kanalı ile Akdeniz’e çıkarak Ege Denizine, Ege Adalarından Midilli’ye kadar 43 gün Heymeymoro gemisinde yolculuk yapan 1018 Türk esiri, altı yıllık esaretlerinin sona erdiğine inandıkları anda yeni bir sıkıntıyla karşı karşıya gelmişlerdir:

Yarbay Çomora yönetimindeki gemi, 5 Nisan 1921 günü Midilli adası önlerinden geçerken, Anadolu’ya taarruz eden ve o sıralar Batı Anadolu’nun bir kısmını işgal eden Yunanlıların harp gemilerinden biri tarafından durdurulmuştur.

Daha sonra Yunanlılar, Japon yarbaya kendilerini takip etmesini söyleyerek, gemiyi Midilli adası önüne kadar getirirler. Sonra gemiye Yunan Hükümetini temsilen iki subay ve bir sivil biner. Japon yarbay ve arkadaşları ile görüşürler. Yunanlılar, vapurda bulunan esirlerin tamamının kendilerine teslim edilmesini isterler. Japon Yarbay Çomora’nın yanıtı, mert bir askere yakışan yanıttır. Der ki: “Hükümetimden, bu yolcuların hepsini İtilaf devletlerinin işgali altında bulunan İstanbul’daki Türk Hükümetine teslim etmek emri aldım. Elimde bütün devletlerce kabul edilip imzalanmış bir de protokol var. Bu sebeple size bunları esir olarak veremem…” Yunan heyeti gider. Bir müddet sonra bir başka heyet gelir. Yine ısrar eder, Türkleri esir almak için. Japon yarbayın yanıtı aynıdır; Hayır! Bunun üzerine Yunanlılar bir yandan, Japon gemi mürettebatı bir yandan, ilgili devletler ve uluslararası Kızılhaç teşkilatı nezdinde durumla ilgili temaslara başlarlar. Böylece de gemideki 1018 esirin, yolculukla beraber tam 8,5 ay sürecek gemi esareti başlar. Artık Türk esirler 56 cm yükseklikteki ranzalarda, ışıksız, karanlık ambarlarda, Yunanlıların vereceği erzakla tam yedi ay geçireceklerdir.

Yunanlılar, 1921 yılı Nisan ayı başlarında düzenli Türk ordusuna Eskişehir-İnönü mevzilerinde yenilmişler ve Bursa yönüne çekilmek zorunda kalmışlardır. II. İnönü savaşındaki yenilgilerini örtmek için Yunanistan’da “Bir gemi dolusu Türk’ü esir aldık” propagandası yapmışlardır. Viladivostok’tan dönen Türk esirlerinin kendilerine verilmesi için bu kadar ısrarcı olmalarının sebebi budur.

Temaslar devam etmektedir. Ancak Yunalılar gemiye hareket izni vermemekte, Japon yarbay da Türkleri Yunanlılara teslimi asla kabul etmemektedir. Japon elçiliği de devreye girmiştir. Ancak, sonuç yoktur. Yunanlılar geminin Midilli adasında kalmasından da rahatsız olmuşlar ve gemiyi Pire limanına çekmişlerdir. Ancak Japon Yarbay, nerede olursa olsun, Türk esirleri Yunanlılara vermemeye kararlıdır. O kadar ki, bu kanaat Türk esirlerinde de yer etmiştir. Esirler, “…Japonlar ayak direyecek ve bizleri Yunanlılara vermeyecekler…” demektedirler.

Pire limanında yine iki küçük rütbeli subaydan oluşan bir heyet, Japon Yarbay Çomora’ya gelir, esirleri teslim etmesini ister. Yarbay Çomora, “Benimle konuşacak zatın benim rütbemde bir asker olması lazım” diyerek Yunan heyetini gemiden kovar. Daha sonra gemiye bir yarbay ve bir binbaşıdan oluşan yeni bir heyet gelir. Yarbay onlara aynı yanıtı verir: “Bu vapur Japon vapurudur, bu bayrak da Japon bayrağı. Ben de Japon Hükümetinin bir askeriyim ve bu esirleri, bütün İtilaf devletlerinin onayı ve Kızılhaç Genel Merkezini izniyle, hükümetimden aldığın emir üzerine, İtilaf devletlerinin işgali altında buluna İstanbul’daki Türk Hükümeti makamlarına teslim etmekle görevliyim. Aynı zamanda bir asker olduğum için de, verilen bu görevi yerine getirmeye mecburum. Yok, Yunan devleti derse ki bu esirleri sizden alırız; o takdirde, önce bizleri ve vapuru, sonra da esirleri alırsınız…”

Bu olaylar üzerine Yunanlılar, esirlere yiyecek vermeme veya çok az verme yoluna giderler. Amaçları, hem Japonları hem Türkleri yıldırmaktır. Ama ne Japonlarda ne Türklerde yılgınlıktan eser vardır. Bu arada da hükümetler arasında yazışmalar devam etmekte, Türk esirler için çeşitli öneriler yapılmaktadır. Kimileri İstanbul’a gitmeleri, kimileri Yunanlılara verilmeleri, kimileri de uluslararası komisyon tarafından yönetilen bir karargâhta tutulmaları gerektiği görüşünü benimsemektedir. Ancak Türklerin Heymeymoro gemisindeki sıkıntıları gittikçe ağırlaşmaktadır.

Türk esirleri deniz üstündeki gemide dört ayı doldurmuşlardır. Japonlar bu sıkıntıya daha fazla dayanamamış ve çoğu hastalanıp hastaneye kaldırılmışlardır. Gemi mürettebatından Japon yüzbaşı terfi etmiş, binbaşı olmuştur. Geminin kinci kaptanı olan Japon da hastalanmıştır. Bu olaylar üzerine Yunalılar, Yunan gazetelerine ve Batı basınına, Japon vapurunda bulunan Türk esirleri arasında salgın hastalık çıktığı haberini yayarlar. Bu haberi Türkler ve Japon Yarbay Çomora hemen yalanlarlar. Bununla yetinmez, Yunan Hükümetine ağır bir yazı da yazarlar.

Aylar, geçmekte, Türk esirlerin Heymeymoro gemisindeki çileli günlerinin sonu gelmemektedir. Konu Milletler Cemiyeti’ne intikal eder. Cemiyet bir çözüm bulmaya çalışırken, gemiye doktor ve gözlemcilerden oluşan bir heyet gönderir. Bu arada hala Pire limanında kalan esir Türkler, Kütahya-Eskişehir savaşları ve Sakarya Savaşı için gemilerle cepheye gönderilen Yunanlıların taşkınlıklarına ve savaşlarda yaralanarak sargılar içinde gemilerle geri getirilen askerlerin perişanlığına tanık olurlar.

Milletler Cemiyeti, 1921 yılı Temmuz ayının sonuna doğru şöyle bir karar alır: Cemiyet adına bir sağlık kurulu gemiye çıkacak, hasta, yaralı ve yaşlıları tespit ederek onları İtalya gibi bir başka ülkede misafir (!) edecek...

Ve 6 Ağustos 1921’de Heymeymoro gemisindeki 1018 esirden 95’i kadın, yaşlı, yaralı ve hasta kabul edilerek, Olimpos adlı küçük bir Yunan vapuru ile alınarak İstanbul’a götürülür. Bu arada sağlam olan ve iyi Rumca bilen Giritli deniz subaylarından Çarkçı Yüzbaşı Mehmet, kardeşi Teğmen Ruşen ve İzmirli Ferit Bey de gizlice İstanbul’a giden kafileye karışmışlardır. 635 Türk esiri, Pire limanında demirleyen Heymeymoro gemisinde kalmaya devam etmekte ve misafir edilecekleri (!) ülkeye gidecekleri günü beklemektedirler. Öyle ki, 1921 yılının Ramazan ve Kurban bayramını gemide kutlamışlardır. Yedi aydır aynı gemidedirler ve bu sıkıntı bir süre daha devam edecektir. 1921 yılı Ağustos ayının sonu gelmiştir. Japon Yarbay Çomora da Türk esirleriyle birliktedir, gemisinin başındadır. Nihayet İtalya ile anlaşılır ve İtalya, Türk-Yunan Harbi sonuna kadar bu esirleri bir adada misafir etmeyi (!) kabul eder.

13 Ekim 1921’de Heymeymoro gemisi Pire’den ayrılır, İtalya’ya doğru hareket eder. Sardunya ile Korsika adası arasından Akdeniz’e çıkar ve 18 Ekim 1921’de Akdeniz’de küçük, kayalık bir ada olan Azinora’ya ulaşır. Esirlerin bazıları yolculuk ve bekleme sırasında öldüklerinden, sayıları 629 dolayındadır. Sekiz buçuk aydan fazla bir süre kaldıkları Heymeymoro gemisinden adaya çıkarlar. Onları Yunanlılara teslim etmeyen ve ta Viladivostok’tan itibaren kaptanlıklarını yapan Japon Yarbay Çomora bir konuşma yapar. Der ki:

“Arkadaşlar, sizi, siz Türkleri tanımış olmak, benim için hayatım boyunca taşıyacağım çok canlı ve daima yaşayan bir şeref ve iftihar vesilesi olacaktır. Ve yine diyorum ki, siz Türkleri tanımış olmak fırsatına nail olduğumdan çok bahtiyarım… Sizlerde çok üstün bir seciye ve karakter, aynı zamanda fazilet gördüm. Bu söylediklerim bil müşahede (gözlemlere dayanan) duyguların kendisidir. İşte bu görüşüm bana şu gerçekleri söyletiyor: Sizler insanlığın övüneceği bir üstün insansınız. Bütün iyi ve en iyi vasıflar sizdedir. Onlara sizler sahipsiniz. Yine gördüğümü ve sezdiğimi söylememe müsaade ediniz. Sizler çok büyük ve şayan-ı hürmet bir milletin çocukları olduğunuzu fiilen ispat ettiniz. Bu gerçeğin yegane şahidi benim. Sizlerle beraber geçirdiğim tam sekiz aylık bir mazi bana çok kıymetli hayati mevzular öğretti. Şimdi burada sizlere müjdelemek değil, olanı ve yarınlarda olacağı söylemek istiyorum: Yaşamak, var olmak, sizin siz ayardakilerin hakkıdır. En şayan-ı hürmet, kendine inanılır, güvenilir, en yüksek ahlaka sahip, yaşamaya en çok layık olan bir milletsiniz. Ve bugün memleketinizin giriştiği mücadele, zaferinizle sona erecektir. Çünkü var olmak ve yaşamak isteyen sizsiniz. Türk milletidir. Yakından gördüğüm kaypak ve kahpe milletler, size gem vuramaz. Parlak yarınlar sizindir! Çok üzgünüm, sizleri sevdiğiniz vatanınıza götüremediğim için ve yine çok üzgünüm ve müteessirim. Çünkü sizleri bu ıssız, insansız, vahşi ve kötü görünüşlü yere indirdik. Umarım, inşallah, bu yerden de kurtulursunuz, şimdi en iyi dileklerimle hepinizi selamlarım”.

Bu asil yarbayın üzerine aldığı görevi yerine getirmede gösterdiği üstün anlayış ve fedakârlık, başarılı bir şekilde son bulmuş; Türk esirler Yunanlılara teslim edilmemiş; Türk-Yunan savaşı sonuna kadar yaşayacakları, İtalyanlara ait Azinora adasına getirilmişlerdir. Japon yarbay hiçbir zor, baskı ve imkânsızlıktan yılmamış, Türk esirleriyle beraber sekiz buçuk ay boyunca çekilen yiyecek-içecek sıkıntısına ve hastalıklara, geminin diğer Japon mürettebattı ile birlikte dayanmıştır.

Japon Yarbay Çomora’nın bu onurlu mücadelesi, hem biz Türkler hem de diğer ülke insanları için unutulmaması ve örnek alınması gereken bir davranıştır.

Azinora adasındaki Türk esirlere gelince… Maalesef onların çektiği sıkıntılar bir süre daha devam etmiştir. İtalyanların salgın hastalıklılar ve çok ağır suçlular için sürgün yeri olarak kullandıkları, burada yetişen meyve ve sebzelerle et ve süt ürünlerini ülkelerine sokmadıkları, zehirli yılanlarla dolu bu susuz adada çok kötü şartlar altında sekiz ay daha kalacaklar; ot biçerek, yılanlarla mücadele ederek yaşayacaklardır. Esirlerimizden bazıları, çok kötü yaşama şartları ve yılanların sokması sonucu can vermiş, adada defnedilmişlerdir. Sonunda, Milletler Cemiyeti’nin ve Kızılay’ın girişimleriyle 19 Haziran 1922 tarihinde “Ümit” vapuru ile Azinora adasından alınacaklar ve 25 Haziran 1922’de İstanbul’a getirileceklerdir.

KAYNAKLAR

[1 CemalettinTaşkıran,AnaBenÖlmedim,Birinci Dünya Savaşında Türk EsirleriMasMatbaası ,sayfa.230-234,2001

 

     
     

 

carsancak.com 2006